Yusuf Yeşilkaya

Araçlar Amaç Olunca

                                                        ARAÇLAR AMAÇ OLUNCA

www.yusufyesilkaya.com

[email protected]

İlkokul beşinci sınıftaydım. Her sabah olduğu gibi o sabah da erken kalkmıştım. Ama siyah önlüğümü giymedim. Spor kıyafetler tercih etmem gerekiyordu lakin ağabeyime küçük geldiği için bana düşen fanila ve bayramda alınan pantolonumu giymiştim. Siyah pantolonun altına siyah lastik ayakkabılarımı da giyince kendi spor tarzımı oluşturmuştum. Çünkü o gün geziye gidecektik. Eşofman takımım yoktu ama olsa da kıyıp giyer miydim bilmiyorum. İmkânlarımızın bir eşofman takımı almaya müsait olmadığını biliyordum ama çocuk yüreğime söz geçiremediğim için yine de bozuluyordum.

Sabah kahvaltısı olarak bazlamanın içine biraz çökelek koyup iki tane sıkmaç yaptım. Birini kahvaltı olarak yedim diğerini ise gezi için azık olarak çantamın içine koydum. Erkenden okulun yolunu tuttum. Arkadaşlarımın vaziyeti de benden çok farklı değildi aslında.

Biraz beklemenin ardından öğretmenimiz geldi. Sıra olduk ve öğretmenimizin gezi ile ilgili uyarlarını dinledik. Ama hala nereye geziye gideceğimizi bilmiyorduk. Öğretmenimiz eliyle okulun karşısındaki tepeyi gösterdi ve şöyle dedi:

—Çocuklar, karşıdaki tepenin üzerinde bir su kaynağı var. Oraya kadar çıkacağız. Çeşmenin etrafında düzlük var. Orada rahatça oyun oynayabilirsiniz.

Öğretmenimizin işaret parmağı hala tepedeki çeşmeyi gösteriyordu. Nalân ismindeki arkadaşımız, öğretmenimizin parmağına bakarak:

—Öğretmenim ben çeşmeyi göremiyorum.

Öğretmenimiz, Nalân’ın çeşmeye bakmadığını fark etmiş olmalı ki:

—Nalân, parmağıma değil, parmağımın gösterdiği yere bak. Parmağım çeşmeyi gösterdikten sonra parmağa bakılmaz.

—Tamam öğretmenim.

Öğretmenimizin uyarısından sonra çeşmeye baktık ve gideceğimiz yeri gördük. Daha sonra çeşmenin başına vardık. Etrafındaki düzlükte çok güzel oyunlar oynadık. Öğle vakti çantamızdan sıkmaçlarımızı çıkartıp kendimize mütevazı bir ziyafet çektik. Neşeli bir günün ardından her hangi bir problem yaşamadan evimize geldik. O gün bizim için çok özeldi.

Nalân tepeye çıkıp başına varmadan çeşmeyi görebildi mi bilmiyorum. Ama öğretmenimizin yön tarifi için kullandığı ifade hala kulaklarımda çınlıyor.

“—Parmak çeşmeyi gösterdikten sonra parmağa değil çeşmeye bak!”

Öğretmenimizin işaret parmağı, göstermek istediği çeşme için bir araçtı. Yani asıl amacı çeşmeyi göstermekti. Ama arkadaşımız asıl amacı fark edememiş araca takılıp kalmıştı. Ama biz o zaman küçüktük. Çocuk aklımızla ancak o kadar algılayabiliyorduk. Öğretmenimizin uyarılarını ise dikkatle dinliyor ve hatalarımızı düzeltmeye çalışıyorduk.

O zaman çocuktuk ama şimdi büyüdük. Sanki büyüdük de ne oldu. Sadece oyuncaklarımız ve beklentilerimiz değişti birazcık. Hayata dair algılama biçimlerimiz değişti. Ama çoğu zaman yine araçlara takılıp asıl amacı unutuyoruz.

Beş kilometre koşan bir atlet düşünün. Hedefi parkuru en önde tamamlayarak şampiyon olmaktır. Yarış için kulvarında yerini alan bir atlet, kazanmaktan başka bir şey düşünmez. Yarışı en önde bitirmekten başka bir şey yoktur kafasında. Sadece yarışa ve kazanmaya odaklanmıştır. Aslında doğru olan da budur.

Yarış için yerini alan atletlerden birinin de siz olduğunuzu hayal edin. Başlama çizgisinde işaret bekliyorsunuz. Birazdan ateş edilecek ve diğer koşucularla birlikte yarışa başlayacaksınız. Rakiplerinize bakıyorsunuz, sizden güçlü değiller. Bu yarışı rahatlıkla kazanabileceğinizi düşünüyorsunuz. Ateş ediliyor ve yarışa başlıyorsunuz.

İlk beş yüz metreyi rüzgâr gibi geçiyorsunuz. Bin metreyi, bin beş yüz metreyi koşarken bir bakıyorsunuz ki rakipleriniz çok gerilerde kalmışlar. Bu durum sizi daha da yüreklendiriyor. Koştukça açılıyor, açıldıkça rakiplerinizle aranızdaki mesafeyi açıyorsunuz. Kan ter içinde kaldınız ama dört bin beş yüz metreyi de geride bıraktınız. En yakın rakibinizle aranızda iki yüz metre var. Şampiyon olabilmek için önünüzde koşmanız gereken sadece beş yüz metre var. Ama o da ne? Seyircilerden birisi size hakaret ediyor:

—Doping mi aldın sahtekâr?

Aslında siz doping ilacı falan almadınız. Ama seyircinin yaptığı hakaret çok zorunuza gidiyor. Yarışı bırakıp seyircinin yanına varıyorsunuz. Yakasına sarılıp, neden böyle söylediğini soruyorsunuz.  O da hızlı koştuğunuz için böyle düşündüğünü söylüyor. Bir tatsızlık çıkmadan arayı tatlıya bağlıyorsunuz. Ama siz seyirciye laf yetiştirirken arkanızdaki rakipler çoktan sizi geçmiş oluyorlar. Ve siz çok az bir mesafe kalmış olmasına rağmen şampiyon olamıyorsunuz.

Sizin için tezahürat yapıp kazanmanıza yardımcı olmasını beklediğiniz seyirci maalesef sizin şampiyonluğunuza engel oldu. Oysa yarıştığınız kulvar, tezahürat yapan seyirci, ayağınızdaki ayakkabı sizi şampiyonluğa götüren birer araçtır. Asıl amaç şampiyon olmaktır.

Elimizdeki imkânlar ölçüsünde, hayatı konforlu yaşama isteği makul bir yaklaşımdır. Örneğin yirmi yaşında, ikide bir sanayiye gitmek zorunda bırakan bir otomobil yerine, sıfır kilometre lüks bir otomobile sahip olmak isteyebilirsiniz. Ekonomik gücünüz, beklentinizi gerçekleştirmeye müsait ise önünüzde bir engel yoktur. Beğendiğiniz aracı alıp, dilediğiniz yere gidebilirsiniz. Ancak yirmi yaşında bir araç da olsa sıfır kilometre bir otomobil de olsa gideceğiniz yer aynıdır. Eski araba ile biraz sıkıntılı yolculuk yaparsınız. Yeni otomobil ile biraz daha konforlu bir seyahat gerçekleştirmiş olursunuz.

Çok sevdiğiniz bir yazarın beğendiğiniz bir eserini okuyacaksınız. Sizin istediğiniz, size lazım olan, sizin aradığınız ve sizin ulaşmak istediğiniz tamamen yazarın düşünceleridir. Sevdiğiniz yazarın konu ile ilgili düşüncelerini öğrenmek istiyorsunuz. Ya da o kitaptaki sunumunu öğrenmeyi arzuluyorsunuz. Peki, öyleyse kitabın rengi, kâğıt kalitesi, içindeki resimler hepsi birer ayrıntı olmuyor mu o zaman? Elbette bütün bunlar detay oluyor.

—Ayrıntılara önem vermeden hayatı monoton bir şekilde mi yaşayalım?

—Detay olarak nitelendirdiğimiz unsurların hiç önemi yok mu?

—Küçük şeyler olarak nitelendirdiğimiz hadiseler önemsiz şeyler mi?

—Renksiz bir hayat bizi mutlu eder mi?

—Ayrıntılarına önem vermeden yaşadığımız bir hayatın hakkını vermiş olur muyuz?

Her fırsatta yaşamın hakkını vererek yaşamayı dahası hayatı dolu dolu yaşamayı öneriyoruz. Mutluluğun detaylarda gizli olduğunu ve ayrıntıları atlamadan yaşamak gerektiğini vurguluyoruz. Ama bu ayrıntılar, bizi asıl amacımıza götüren yolda mola verdiğimiz çınar altı çeşmeleri gibi hayatımıza renk katan unsurlardır. Bu çınar altı çeşmelerinde dinlenip su içelim, çay içelim, piknik yapalım. Ama yaşamın bu çınar altı çeşmelerinden ibaret olduğunu düşünüp bütün ömrümüzü bu çeşmenin altına nikâhlamayalım.

Yaşam yolculuğunda verdiğimiz çınar altı molaları bizi hayat yolculuğundan alıkoymamalı. Yaşam gayemizi unutturmamalı. Hayata dair gerçekleştirmeyi planladığımız projelerimize engel teşkil etmemeli.

Her birimizin hayatında çok önemli amaçları vardır ve olmalı da. Bu amaçlara ulaşmak için stratejiler belirleriz. Ve bu stratejileri amacımıza ulaştırıp ulaştırmayacağı noktasında test ederiz. Bizi hedeflerimize götürecek araçlar tespit ederiz. Araçlara önem veririz. Çünkü bu araçların bizi asıl amacımıza götürmesini düşleriz. Yani araçlarımız bizi asıl amaçlarımıza ulaştıracağı için kıymetlidir. Yoksa kendi başına çok özel bir değeri yoktur. İşte bu nedenle araçlara takılıp kalmak diğer bir ifadeyle araçları amaç yerine koymak, hayatta kaybettiğimizin resmidir.

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri