AFİFE BETÜL

Bal Ülkesi

BAL ÜLKESİ

Bana ayrılan bu mütevazı köşeyi şehrimizde bal hasadının yapıldığı şu dönemde beğendiğim bir filmle renklendirmek istiyorum: BAL ÜLKESİ...

Bu film alışageldiğimiz film formatından farklı. Belgesel çekimi yapılmış.  Müdahalesiz, her şey olduğu gibi perdeye aktarılmış… Yapmacık bir şey yok… Rol yok… Sonradan oluşturulmuş bir mekân yok… Kurgu yok… Hayat var. İnsan var. Tabiat var en yalın hali ile hem de...

Baba tarafından muhacir olduğum için filmin Makedonya'da çekilmiş ve bir dağ köyünde yaşayan eski usul aracılıkla geçimini sağlayan bir Türk kadınının hayatını konu edinmiş olması ilgimi çeken ilk şeydi. Hatice, çok toplumlu çok dilli yapısı olan Makedonya'da yaşayan, kendi tabiriyle Konya'dan göçmüş Eski Türk, ajansların tabiriyle Yörük Türkü bir kadın. Film, altyazılı olmasına rağmen konuşulanların tümünü anlayabiliyorsunuz. Balkan Türkçesinde yer alan “more, beya, üyle mi? “ gibi tatlı ifadeler ekler ve” nasıl bilisiniz yiyesiniz, çok ucuz sataysınız siz, vereyim yiyesin yemeğini” gibi yüklemi başta olan cümleler, bazı harflerin yayılması, kaybolan h'ler, yöresel ağızla konuşmalar kulağınıza çok hoş geliyor. Açıkçası benim kulaklarım lezzet buldu.

Hep Balkanları görmek, gezmek isteyişim vardır. Lise yıllarımda babamın kütüphanesinden alıp okuduğum Yavuz Bülent Bakiler’ in Üsküp’ten Kosova'ya adlı eserinde bu merakım ve isteğim epey artmıştı. Zira oralarda yaşayan Türklerle buralarda yaşayan Türklerin ne kadar da birbirlerine benzediğini, her iki tarafın arasında görünmez bağlar olduğunu, oraların orada kalanların aklımızdan çıkmaması, irtibatın ise sürmesi gerektiğini anlamamı sağlamıştı. Osmanlı'nın çöküşü Balkanların her bir köşesinde, özellikle Türklere, Osmanlı'nın barışçıl yönetimi ile İslam'ı seçip Müslümanlaşmış Pomak, Boşnak, Kosovalı, Arnavut ve Makedonlara türlü zulümler yapılmış, bu feci katliam ve kıyımlardan kurtulabilenler plansız ve dağınık şekilde Türkiye'ye sığınmışlar. Ailesini, atalarının izini bulmak isteyenin eli boş döneceği kadar savrulmuş hayatlar barındıran acı hikâyeler var bu karanlık dönemde. İşte size o dönemi birazcık resmedecek birkaç anekdot. Yunan başpiskoposunun “Hristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm! ” dediği,  kin içeren sözleri tarihi kayıtlarda. Etnik temizlik yapıldığı çarpışmaların bittiği bir ara Prizren'e gitmek isteyen bir hayır kurumu görevlisi, Sırp askerinin engeli ile karşılaşmış ve ondan şu feci ifadeyi duymuş:” İzin veremem. Çünkü tek bir Arnavut’un suratında burun bırakmadık da ondan.” Daha sonraları buraları gezme imkânı bulan bu kişi, burunları ve üst dudakları kesilmiş esir Osmanlı askerleri ile karşılaştığında duyduğu derin üzüntüyü ifade etmiştir. Daha nice insanlık dışı zulümler bu coğrafyanın tarihinde yer almakta. Türk ordusu Kosova’dan çekilirken subaylar, Türk ahaliyi toplamışlar ve şöyle demişler “Biz gidiyoruz! Bundan böyle yeni bir devletiniz olacak. Biz gelinceye kadar itaat edin.” Bu cümlelerle birkaç yıl önce Kurban Bayramı sebebiyle İnfak dağıtımında görevli Türkiye'den Bosna Hersek'e giden bir kişinin tüylerimi ürperten, yüreğimi dağlayan sözünü birleştirmek isterim.” Saraybosna’nın dağlık köylerinden birinde yapayalnız yaşayan yaşlı bir teyze olduğunu öğrendik. Elimizde paketlerle kapıyı çaldık.  Beyaz örtüsü ile  nur yüzlü Boşnak bir teyze karşıladı bizi. Üzerimizdeki formada bulunan Türk bayrağını görünce “Bir gün Türklerin geleceğini biliyordum ama nerede kaldınız evladım? ”. Dönem hakkında okuduklarım ve dinlediklerim beni derin bir hüzne gark ediyor.

Film tabii bunların hiçbirini anlatmıyor hatta imada bile bulunmuyor. Fakat ben Üsküp pazarındaki Türkçe konuşan Arnavut pazarcıdan, Makedonca konuşan saç boyası satıcısından, Hüseyin'den bal almaya çalışan Sırp Tüccar ve Türk Hatice'den buralara kadar uzandım. Bu toprakların Osmanlı yitiği olduğunu, mübadele yıllarında Türkiye'ye yerleşen muhacirlerin ve oralarda kalan azınlığın sıkıntılarını anımsadım, anımsatmak istedim. Eğer bu kara dönem yaşanmamış olsaydı bizler ülke içinde bir şehirden diğer şehre gezmeye gider gibi Balkanlara gidecek, akraba ziyareti yapıp Üsküp teki pazardan belki de “banana” alacaktık. Ne esef…

Filmin içinden öğelere gelecek olursak; Hatice'nin sakin hayatı göçebe, çok çocuklu bir ailenin komşu gelmesi ile değişiyor. Hatice filmde, doğanın dengesini bozmamaya çalışan; komşusu Hüseyin ve ailesi ise açgözlülük ile doğayı talan eden iki yaşamı izleyiciye sunuyor. Ekolojik düzeni bozmadan tabiattan yararlanmak gerektiği mesajı filmde hâkim. Bir yandan da tarafsız bir gözle Hüseyin'in geçinme zorluğu içinde kapitalizmi çare olarak görmesi de insanın şartlar gereği düştüğü hali gözler önüne seriyor.

Hatice'nin, arıları kendine özgü bir seslenme ile çağırması, çıplak elle petekleri kontrol etmesi, köpeği ve kedisi ile yarenliği tabiata ve içindekilere nasıl davranırsak ne bulacağımızı fısıldıyor. Hatice'nin bal dolu petekleri alacağı zaman söylediği şu replik zihinlerde yer ediyor ve bizlere insan doğa ilişkisi üzerine düşünmeye çağırıyor "Hem size hem bize! Yarı sana yarı bana!". Fethi Gemuhluoğlu’nun oğluna vasiyetinde dediği gibi " Yalnız insanların değil; kurdun, kuşun, dikenin, otun da hakkını görüp gözetesin." Öte yandan, Hüseyin'in doğaya vahşi yaklaşımlarının cezası olarak arıların saldırması, ineklerin ölmesi üzerinden anlatılması da doğaya nasıl davranılmayacağını da öğretmesi açısından etkileyici idi.

Hatice'nin annesine şefkati, komşu çocukları ile ilgilenmesi, bildiklerini cömertçe paylaşması, fenalık gördüğünde bedduaya ya da zararı zararla savmaya başvurmaması, şarkılar söylemesi, çocukça gülüşleri ve saflığı, yüreği ısıtan insan halleri filmin tesirini artıracak nitelikte.

Çekim kalitesi olarak da görsel şölen sunuyor bu film. Arıların mikroskobik dünyası, ana-kızın mum ışığı altındaki sohbeti, doğada güneş ve ayın ışığı ile yapılan gölge çekimleri insanı yakalıyor. Film boyunca ana karakter Hatice'nin hiç değişmeyen kostümü bile filmin görsel mesajına katkı sağlıyor. Sarı bluz, arıları balı; çiçekli etek, topağın bitirdiği nebatatı; yeşil başörtüsü tabiatla arkadaş bir zihniyeti temsil ediyor bence.

Filmin sonlarında anası vefat edince Hatice, yalnızlığına merhem evde kediciği, yürüyüşlerine yoldaş sadık köpeği ve hem gönlüne hem karnına dost olan arıları ile yaşamına devam ediyor.

Filmi izlerken Hatice ile arıların birbirine uyumlanmış hali, onlarla konuşması, onlara sadece kendi aralarında bir parola ile seslenmesi,  ikisinin de en sevdiği yiyeceği paylaşması, ne arıların ne de Hatice'nin birbirlerine zarar verebilecek yönlerini göstermemesi, Hatice’nin kovanları örtüsüne sarıp sırtlanarak su içirmeye götürmesi,  iki insan arasındaki ihtimamlı ilişkiye benziyor.  Arıcı bir yakınım “Arılarımı çok seviyorum” demişti, şaşırmıştım. Kedi değil ki kucağına alıp okşayasın. Kuş değil ki omuzuna alıp kuşdili konuşasın. Arı!..  Küçücük ve binlerce… Üstelik iğnesi var!  Ama demek ki insana verilen sevgi kabiliyeti derece kat edince iğneli bir hayvanı dahi sevilebiliyor. Ya da Rabbinden vahiy alan, tabiatın devamlılığında büyük misyon üstlenen bu akıllı hayvanlar ile arıcı arasında dışarıdan bakanın anlayamayacağı bir iletişim frekansı vardır, kim bilir.

Âcizane, tüm arıcılara, bal yemeyi sevenlere, insan halleri üzerine psikolojik sosyolojik perspektif sunan filmlerden hoşlananlara, doğaya /doğala vurgunlara, her şeyin kalitelisini arayanlara bu filmi ivedilikle izlemesini, ardından da iyi bir arıcıdan şöyle kaliteli bal alıp afiyet ve şifa bulmalarını tavsiye ediyorum

Kalın sağlıcakla.

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri