- 04 Kasım 2024 - -YENİ- ELEŞTİRİ ADABI
- 28 Ağustos 2024 - YENİ EVLENECEK OLANLARA ÖNERİLER
- 05 Haziran 2024 - ÖNCE AHLAK VE MANEVİYAT
- 11 Haziran 2023 - Kayserigaz! Lütfen Böyle Yapma!
- 20 Mart 2023 - İnsan Değişir Mi?
- 07 Eylül 2022 - Beklentilerden Beklediklerimiz
- 12 Mayıs 2022 - Saygı Denince Anlaşılan
- 04 Ocak 2022 - Ben de Seni
- 11 Ekim 2021 - Maske Düştü
- 25 Eylül 2021 - Lütfen Çabuk Gelmeyin!
- 25 Mayıs 2021 - Beynimizdeki Kamburlar
- 30 Mart 2021 - Lütfen Bekleyiniz
- 26 Şubat 2021 - Ölümüne Sevmeyin
- 27 Ocak 2021 - Önce Yaya’ymış, Sonra Ne Olmuş?
- 08 Ocak 2021 - Okumanın Gücünü Önemseyelim
- 21 Kasım 2020 - Meşgul Abiler
- 07 Kasım 2020 - Yapmayın Beyler
- 20 Eylül 2020 - Şampiyon Kayseri
- 02 Ağustos 2020 - Tükürün!
- 05 Mayıs 2020 - Dikkat! Kendi Engelin Sensin!..
- 13 Nisan 2020 - Geçmiş Peşini Bırakmaz
- 26 Mart 2020 - Gemileri Yakmadan Önce...
- 09 Şubat 2020 - Abi Yemin Et!
- 20 Ocak 2020 - Araçlar Amaç Olunca
- 01 Ocak 2020 - Aşka Uçma Kanadın Yanar !
- 16 Aralık 2019 - Ben Onu Çok Sevmiştim…
YUSUF YEŞİLKAYA
GENÇLER ALACAKLI, YAŞLILAR BORÇLU
GENÇLER ALACAKLI, YAŞLILAR BORÇLU
Yusuf YEŞİLKAYA
Fırsat buldukça ak saçlılarımızla, eskimeyenlerimizle sohbet ediyorum. Yaş almış büyüklerimizle konuşurken, onlara iyilik yaptığımızı düşünüyoruz. Saygı ile dinleme lütfunda bulunduğumuzu zannediyoruz. Oysa onlar bize iyilik yapıyorlar, yaşam deneyimlerini bizlerle paylaşarak, yeni bir vizyon kazanmamıza katkı sağlıyorlar.
Genç bakışla sıkılıp şikâyet ettiğimiz konularda, ak saçlı bakış devreye giriyor ve şikâyetçi pozisyondan şükür makamına geçmiş buluyoruz kendimizi. Her şeyin en iyisini, en markasını, hiç çalışmadan çaba göstermeden hazır bulmuş genç kuşağın, birçok şeyi bilmemesi çok normaldir. Yokluğu, kıtlığı görmemiş, amacına ulaşamamanın ne kadar ağır bir acı olduğunu bilmeyen bir kuşak için “yok” sözcüğü bir şey ifade etmeyecektir. “Hayır” sözcüğünü duyduğunda kafası sert bir duvara toslamış gibi olacaktır.
Büyüklerimizle sohbet ederken bir şeyi fark ettim. Onlar hayata karşı kendilerini borçlu hissediyorlar. Elde ettikleri nimetleri, kendi çabalarının bir sonucu olarak değil; Cenab-ı Allah’ın bir lütfu olarak görüyorlar. İşine borçlu, eşine borçlu, hayata borçlu, Yaratan’a karşı hep borçlu. Hep bir şükür hali var hallerinde.
Rahmetli babamın seksen yaşındaki hali gözlerimden gitmiyor. Bir ikindi namazı sonrasıydı. Ellerini açmış dua ediyor. Gözünden dökülen yaşların ardı arkası kesilmiyor. Ben dua ettiğini sanmıştım. Oysa teşekkür ediyormuş. Seccadesini toplayıp sohbete başlayınca duasında ne istediğini ve niçin ağladığını sordum. Gözleri daldı, tekrar yutkundu. Kelimeler boğazında düğümlenmiş bir ses tonuyla: “Ne isteyim oğlum? Allah’ımız benim hayal bile edemediğim şeyleri bana nasip etti. Hâlâ bir şey istemeye yüzü olmaz insanın. Ben hem öksüz hem yetim bir Hüseyin idim. İş verdi. Aş verdi. Eş verdi. On tane evlat verdi. Camili namazlı bir hayat verdi. Daha ne isteyim oğlum? Bu saatten sonra tek dileğim, imanımla emaneti teslim edebilmek. Verdiği nimetlerin şükrünü eda edebilenlerden olabilmek…” Gözyaşlarının sebebinin şükür olduğunu anlamıştım. Bu arada bir hususu açıklamakta yarar var. Rahmetli babam fakirliğin, kıtlığın en şiddetli halini iliklerine kadar yaşamış ve dünyalık anlamda fakir olarak emaneti sahibine teslim etmiş bir insandı. Onun o yokluk halinde ne kadar şükrettiğini ve bizim mevcut dünyalık nimetlere sahip iken ne kadar şımardığımızı düşününce, bir eksiklik hissediyor insan.
Yaşlılarımızda şükür hali var da gençlerimizde neden asi bir tavır var. Adeta hayattan alacaklı bir hal içinde görüyoruz gençlerimizi. Bunun tek sebebini gençlerin şımarıklığı, doyumsuzluğu olarak açıklamaya çalışırsak; gençlere haksızlık ederiz diye düşünüyorum. Ayağında çarıkla ırgatlık yapmaya giden, çok ağır şartlarda çalışıp akşam eve ekmek getirebildiği için, günü kurtarabildiği için, kimseye muhtaç olmadığı için Rabbine şükreden ak saçlılarımızın şükür halini gençlerden bekleyemeyiz. Bekleyemeyiz çünkü gençlerimiz sahip oldukları hiçbir şeyin bedelini ödemek zorunda kalmadılar. Bedelini ödemediği bir obje ya da değerin kıymetini bilmesini de bekleyemeyiz. Bedel ödetmedik gençlerimize. Öğretmedik bedel ödemeyi. Benim olmadı, çocuğumun olsun. Ben görmedim, çocuğum yaşasın. Çocuklarımız, maddi anlamda yokluk görmesinler diye ruhen yoksul bıraktık. Ruhlarını doyuramadığımız çocuklarımız; sahip oldukları imkânların değerini değil; fiyatını biliyorlar.
Ruhen aç bıraktığımız gençlerimiz, hep istiyorlar, hep bekliyorlar, hep alacaklılar. Kolej hayatım olsun, on sekiz olduğunda arabam olsun, son model telefonum olsun. Kıyafetlerim, aksesuarlarım hep marka olsun. Nişanım düğünüm en gözde salonlarda olsun. Evlenmeden evim olsun. İçi dolu eşyam olsun. Olsun. Bu olsunlar, durduk yere olmuyor. Aile için imkân gerekiyor. Çevre gerekiyor. Çaba gerekiyor. Aile, gücü yettiği yere kadar, cebindeki son kuruşa kadar harcıyor. Tükendiği yerde, borçlanıyor. Borçlanma imkânı bittiği yerde çocuğuna “olmaz” dememek için bocalıyor. Ve neredeyse çocuğundan özür dileyecek hale geliyor. Çocuğun zihninde öyle bir inanç yerleşmiş ki, “babanın parası asla bitmez, ne istersem yapacaklar”. Her istediği yapılamayan çocuk şaşırıyor. Bocalama sırası bu defa çocuğa geçiyor. Arkadaş çevresini referans alan genç, “ama Ali’nin, Ayşe’nin, Arda’nın var. Benim neden yok?” Ailenin imkânlarının, bu kadar olduğunu idrak edemiyor, etmiyor.
Evladımızı iyi okullarda okuttuk, iyi bir kariyer yaptılar. Güzel bir iş ve gelir sahibi oldular. Borçsuz harçsız düğün yaptık. Hatta düğün takıları bile gençlerde kaldı. Yapılan borçlar için alacaklılar anne babanın kapısını çalmaya başladı. Anne baba utana sıkıla, çocuğundan yardım istiyor. “Bir omuz verin, alacaklılar kapıda.“ Gençlerden olumsuz cevap geliyor. Anne ve baba, evladına küsemez, içine kapanıyor. “Baba oğluna bir bağ vermiş, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş” bu sözü sayıklayıp duruyor. Candan tavırlar gidiyor. Yerine el gördülük resmi tavırlar geliyor. Sonra başlıyor dizini dövmeye… Kendim ettim, kendim buldum. Hep biz hazırcı yetiştirdik. İstemeden verdik. İstemeden verdik. Hiçbir şeyi yok demedik. Eeee… Sonunda olacağı buydu. Biz yaptık, biz ettik.”
Bu sahneler, bu diyaloglar hiç birimize yabancı değil sanırım. Peki, ne yapalım? Evladımızdan esirgeyip yokluk içinde mi yetiştirelim. Varken çocuğumuza “yok” mu diyelim? Elbette hayır. Bir anne babanın, evladının ihtiyaçları için harcama yapması kadar güzel bir duygu yok. Ama bunun bir ölçüsü olmalı. Her şeye var ya da her şeye yok demek doğru değil. İmkânlarımız ölçüsünde “var” kavramını çocuğa yansıtırken; duruma göre “yok” kavramı da öğretilmeli. Her isteğinin her zaman karşılanmayacağını bilmeli. Daha önemlisi elindekilerin sadece fiyatını değil; sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilmeli.
Ekonomik olarak varlıklı aileler dahi, çocuğun her istediğini yaptığında sonun kötü olacağını bilmeli. Çocukken her istediği karşılanan bireyde, büyüdüğünde bir doyumsuzluk ve şükürsüzlük hali meydana gelebiliyor. Çocukken her istediği karşılanan bireyin büyüdüğünde talepleri karşılanamayınca, karşılanamayacak taleplerle geldiğinde; anne baba çaresizlik içine giriyor. İsteği karşılanmayan birey ise asilik pozisyonuna geçiyor. Aileye asi, arkadaşa asi, hayata asi. Kendisi ile barışık olmayan bir ruh hali. Mutluluğu farklı mecralarda arama girişimleri. Bağımlılık ilk akla gelen olumsuzluk. Günahın, haramın aklımıza gelmeyecek türevleri, bireyin yaşam tarzı oluyor. Sonra “bu çocuk niye böyle?” Diye başlıyoruz sorgulamaya…
Varken verebilmek, yok iken sabırla şükredebilmek. Elbette herkesin yapabileceği bir şey değil. Yavrularımıza her zaman almayı değil; gerektiğinde vermeyi de öğretmeliyiz. Bir infak eylemi içindeysek, çocuklarımızı da bu sürece dâhil etmeliyiz. Hatta çocuklarımız adına biz değil, çocuklarımız adına kendileri harçlıklarından vermeliler. Vermek de çocuk yaşta öğreniliyor çünkü. Aslında her şey çocuk yaşta öğreniliyor. Atalarımız “ağaç yaşken eğilir” diye boşuna söylememişler. Çocuk yaşta kazanılan deneyimler, büyüdüklerinde hayatın bizzat kendisi oluyor çünkü.
Henüz Yorum yok