MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU

-YENİ- EFSANELEŞTİRİLMİŞ DİN VE GERÇEK HAYATIN SESSİZLİĞİ

EFSANELEŞTİRİLMİŞ DİN VE GERÇEK HAYATIN SESSİZLİĞİ

Bu hikâyeyi mutlaka okumalısınız 👇

Muhammed kardeşimiz hac işlemlerini bitirmiş, dönüş için Cidde Havalimanı’nda uçağın hareket saatini bekliyordu. Bir ara yanına bir hacı gelip oturdu, selam verip Muhammed’e şöyle dedi:
– Ben inşaat sektöründe müteahhitlik yapıyorum. Allah’ın büyük lütfu ile bu sene 10. defadır hac nimeti bana nasip oluyor...
Muhammed, başını sallayarak müteahhide şöyle dedi:
– Maşallah, Allah haccınızı ve amellerinizi kabul etsin.
Müteahhit gülümseyerek Muhammed’e dedi ki:
– Âmin, ecmain... Peki, sen daha önce hacca geldin mi hiç?
Muhammed az düşündü, sonra da şöyle dedi:
– Aslına bakarsan hacım, benim bu hac seferimin uzun bir öyküsü var; başınızı ağrıtmak istemem...
Hacı güldü, sonra da Muhammed’in omzuna vurarak dedi ki:
– Gördüğün gibi burada oturuyoruz, uçağın kalkış saatini beklemekten başka bir işimiz de yok. Hadi anlat, çok merak ettim.
Muhammed tebessüm etti ve söze başladı:
– Evet, beklemek... Aslında benim öykümün de tam başlangıç noktası... Uzun yıllar süren bir bekleyişten sonra ancak bu sene hacca gelmek nasip oldu. Özel bir hastanede fizyoterapistlik yapıyorum. Tam 30 sene sürdü hac için gereken parayı toplamam.
Bir gün, hac kayıtlarını yaptırmak için hastaneden izin alıp bankaya gitmek isterken, felçli oğlunun fizik tedavisiyle ilgilendiğim bir anneyle karşılaştım. Yüzünden hüzün, keder yağıyordu. Beni görünce yanıma geldi ve şöyle dedi:
– Muhammed kardeş, sanırım bu bizim son görüşmemiz ve hastaneye son gelişimiz olacak. Hakkınızı helal edin, Allah’a emanet olun...
Ben, tedavimden memnun kalmadığını ve oğlunu başka bir yere nakletmeyi düşündüğünü sandım. Şaşkın bakışlarımdan ne düşündüğümü fark etmiş olmalıydı ki şöyle dedi:
– Yok hocam, düşündüğünüz gibi değil. Allah da şahittir, siz benim oğluma bir babadan daha çok şefkatli oldunuz ve tedavileriniz de oğluma gerçekten çok iyi geldi.
Bu sözleri dedi, sonra da üzgün üzgün yoluna devam edip hastaneden çıktı.
Müteahhit hacı şaşırıp kaldı:
– Çok ilginç! Madem senin tedavinden memnun ve oğlu da iyileşmeye başlamış, peki neden tedaviye devam etmedi?
Muhammed dedi ki:
– Evet, ben de bunun üzerinde çok düşündüm. Sonunda hastane yönetimine gidip bilgi almaya karar verdim. Çocuğun babasının işten atıldığını ve tedavi masraflarını karşılayacak gücünün kalmadığını öğrendim.
Müteahhidin de bu duruma üzüldüğü her hâlinden belliydi. İçten bir “ah” çekti ve merakını gidermek için şöyle dedi:
– Allah yardımcıları olsun, gerçekten çok zor bir durum! Kadıncağız ne yaptı acaba?
Muhammed şöyle cevap verdi:
– Dayanamayıp müdürün yanına koştum ve ondan, çocuğun tedavi masraflarının hastane tarafından karşılanmasını istedim.

Ancak müdür:
– “Asla! Böyle bir şeyin mümkünatı yok! Burası özel bir kurumdur Muhammed, hayır kurumu değil ki.” diyerek yardım etmeye yanaşmadı.
Üzgün bir hâlde odadan çıktım. Ancak çaresiz kadının perişan hâli bir an olsun gözümün önünden gitmiyordu...
Derken elim bir anda hac paralarının bulunduğu cebime gitti. Donup kaldım. Aklıma bir fikir gelmişti çünkü...
Başımı göğe kaldırıp şöyle dedim:
– Ey Allah’ım! Sen benim kalbimde olanı, hacca gitmeyi ve Peygamberinin mescidini ziyaret etmeyi ne kadar sevdiğimi, istediğimi biliyorsun. Bu arzuma ulaşmak için bir ömür çalıştım. Fakat ben bu çaresiz kadını ve hasta oğlunu kendi isteğime tercih ediyorum. Lütfunu benden esirgeme!
Ardından muhasebe sorumlusuna gittim ve felçli çocuğun altı aylık masrafını karşılayan hac parasının hepsini masanın üzerine koydum. Kadına da hastanenin, bu gibi durumlar için ayrılan bir bütçesinin olduğunun söylenmesini, benim ismimin geçmemesini rica ettim.
Müteahhit duygulanmıştı:
– Aferin sana! Çok iyi bir iş yapmışsın. Allah senin gibi insanların sayısını artırsın!
Sonra sordu:
– Peki sen tüm paranı onlara bağışlamamış mıydın? O zaman şimdi nasıl oluyor da hacdan dönüyorsun?
Muhammed şöyle cevap verdi:
– Aynı günün akşamı, kaçırdığım hac fırsatının üzüntüsüyle eve geldim. Üzgün olmama rağmen içimde çok güzel bir duygu vardı; mutluydum. Çünkü bir annenin ve hasta oğlunun sıkıntısını gidermiştim.

Bir süre sonra gözyaşları içinde yatağa uzanıp uyudum ve bir rüya gördüm: Kâbe’yi tavaf ediyordum. Oradaki insanlar bana selam verip, “Haccın kabul olsun Hacı Muhammed; yeryüzünde hac yapmadan önce gökyüzünde hac yaptın. Ne mutlu sana!” diyorlardı.
Uyandığımda çok farklı bir his içindeydim. Allah’a şükredip takdirine razı olduğumu dile getirdim. Henüz uyanmıştım ki telefonum çaldı. Hastane başhekimi arıyordu:
– Yardımıma koş Muhammed! Hastane sahibi bu sene hacca gitmek istiyor ama kendi fizyoterapisti olmadan gitmek istemiyor. Fakat fizyoterapistin eşi hamile, doğum günleri yaklaşmış, o yüzden eşini yalnız bırakamıyor. Acaba sen hacca kadar ona eşlik eder misin?
Donup kalmıştım. Sevinçten secdeye kapandım. Sonra vize işlemlerini yaptım, hiçbir para ödemeden hac farizamı yerine getirdim. Hatta hastane sahibi memnun kalıp bana yüklü miktarda ikramiye bile verdi.
Yolculuk esnasında ona o kadınla felçli oğlunun durumunu anlattım. O da onların tedavi masrafının hastane tarafından karşılanmasını, ayrıca fakirlerin tedavisi için özel bir bütçe ayrılmasını emretti. Kadının kocasını da kendi şirketinde işe aldı.

– Şimdi Rabbimin lütfundan daha yüce bir lütuf olabilir mi hacı kardeş?
Müteahhitin gözleri doldu, ayağa kalktı, Muhammed’e sarıldı, alnından öptü:
– Hayatımda hiç bu kadar mahcup olmamıştım. On yıldır hacca geliyorum, her defasında Allah katındaki makamımın yükseldiğini sanıyordum. Oysa şimdi anlıyorum ki senin bir haccın, bizim bin haccımıza bedeldir. Ben Allah’ın evine gittim ama seni Allah evine çağırmış...

---

Bu hikâyeyi, dini değerleri yüksek, gruplarda, sosyal medya platformlarında paylaştım.Emojiler, yorumlar derken epey etkileşim oldu.
Ve ardından kendi yaşadığım olayı paylaştım:

Ben buna benzer bir hikâyeyi yanı başımda, çok yakın akrabamda bizzat yaşadım. Karı koca umreye gideceklerdi. Paralarını hazırladılar, gidecekleri grup ve arkadaşları da belliydi. İki gün sonra paralarını yatıracaklardı. O sabah, Türkiye’nin 11 ilini sarsan büyük depremle uyandılar.
Haftalar sonra umreye neden gitmediklerini çocuklarından öğrendik: Umreye ayırdıkları paranın tamamını, 6 Şubat depreminde evsiz kalan insanlara göndermişlerdi. O an mı karar verdiler, bilemiyoruz ama umre paralarını depremzedelere gönderdiler.

İşte size hikâye kadar gerçek, gerçek kadar hikâye...

Sonra bunu paylaştım.
Hiçbir yorum, hiçbir etkileşim yoktu.
Farklı gruplarda da paylaştım; aynı manzara.

Bu, benim için ilginç bir sosyolojik deneyim oldu.
Paylaşılan iki metin, iki hakikat, iki duygu dalgası...

Ve beklenmeyen bir sonuç:
Kurgusal, efsanevî bir hikâye yüksek etkileşim alırken; bizzat yaşanmış, elle tutulur bir iyilik neredeyse hiç karşılık bulmuyor.
Bu sadece bir “beğeni” meselesi değildir; derin bir zihniyet okumasına imkân veren sosyolojik bir penceredir.

Hkâyeler okuyucuyu yormaz, sorumluluk yüklemez; vicdanı harekete geçirir ama davranışı zorlamaz; duygusal bir haz verir, insana kendini iyi hissettirir.
Yani kişi metni okur, ağlar, etkilenir, “Maşallah, ne güzel insanlar var” der ve hayatına olduğu yerden devam eder.
Bu tür anlatılar genellikle bizden uzakta bir kahramanı örnek gösterir.

Bu uzaklık “hayranlık” duygusu verir ama ödev yüklemez.

Benim anlattığım, bizzat şahit olduğum hikâyede ise olay, insana hemen bir teklif zemini sunuyor. Olayı gerçek hayata taşıyan bir tarafı var.
İnsanı bir tercihle yüzleştiriyor: “Ben böyle bir durumda ne yapardım?”
Yani anlatı, efsanevî bir olay olarak zihinde tüketilmek yerine, hayata taşınmaya başlıyor.
Fakat görüyorum ki insanlar, güzel davranışların böyle hikâyelerde kalmasını istiyor; ama aynı güzelliğin hayatlarına dokunmasını istemiyor. Çünkü dokunduğu an sorumluluk başlıyor, konfor alanı daralıyor, kişi kendi iç muhasebesiyle yüzleşmek zorunda kalıyor.

Bugünün insanında hayli yaygın olan şey, hayata dokunmayan, efsaneleştirilmiş bir din anlayışıdır.
Hikâyelerde duygulanmak kolaydır; gözlerin yaşarması zahmetsizdir.
Oysa gerçek hayatta adım atmak, fedakârlık yapmak, tercihte bulunmak zordur.

Bu yüzden anlatılan kahramanlıklar hikâyede sevilir; fakat aynı şeyin komşuda, akrabada, yanı başımızda yaşanması bizi sessizliğe iter. Çünkü o zaman mesele bir “seyirlik duygu” olmaktan çıkıp bir ahlâkî çağrıya dönüşür.

Neticede bu olay bana şunu gösterdi:
Biz, dinin hikâyesini çok seviyoruz; fakat dinin teklifine gelince susuyoruz.
Hikâyede alkışlıyoruz; ama hayatta adım atmak istemiyoruz.

Bugün dindarlık çoğu insanın zihninde tarihsiz, mekânsız ve kişisiz bir ideal hâline gelmiştir.
Efsanelerde güzeldir, kitapta güzeldir; ama hayatın içine indiğinde bizi zorlamaya başlar.

Araştırmalar gösteriyor ki modern insan, özellikle din konusunda, “yüceltilmiş ama hayattan soyutlanmış bir alan” tercih ediyor.
Ben buna dinin efsaneleştirilmesi diyorum.
Bu tür din anlayışı bir tür müze dindarlığıdır:
Camide var, hikâyede var, sosyal medya paylaşımında var, vaazda var, sohbette var; ama hayatta yok, ahlakta yok, ticarette yok, sosyal hayatta yok.
Yani fonksiyonel olmayan bir din, hayata müdahil olmayan bir din...
Oysa din insana teklif sunar.

Dinin hayata nüfuz etmesi insanı değiştirir.
Değiştirmiyorsa, orada bir yanlışlık vardır.

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri