MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU

-YENİ- ÜMMET BİLİNCİ VE KARDEŞLİK RUHU

ÜMMET BİLİNCİ VE KARDEŞLİK RUHU

“Biz Bıraksak da Onlar Bırakmayacak”

Havadan sudan konuşmak deyimi Türkçemize yerleşmiş bir deyimdir. Önemsiz konular üzerine konuşmak, öylesine, gelişigüzel, rastgele konuşmak anlamına gelir.

“Quid rides? De te fabula narratur.” — “Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen.”

— Horatius

Antik Roma şairi Horatius’un Satirler adlı eserinin birinci bölümünde geçen bu söz bize şunu hatırlatır: Burada Doğu Türkistan’dan, Gazze’den, Sudan’dan konuşurken havadan sudan konuşmuyoruz. Bizim hikâyemizden konuşuyoruz. Yani biz bizi konuşuyoruz; başkalarını değil.

Evet, bu bizim hikâyemiz…

Bu acıların, bu yangınların, bu kuşatmaların ortasında anlatılan hikâye bizim hikâyemiz.

Biz havadan sudan değil, bizden konuşuyoruz.

Yani bu kelimeler başkasına değil, bize dokunuyor. Doğu Türkistan’ın gözyaşı, Gazze’nin feryadı, Sudan’ın sessiz çığlığı var.

Bugün bu coğrafyada görece bir huzur içindeysek, bu bizi sevdikleri için değil;

henüz sıranın bize gelmediği içindir.

Bu, benim bir öngörüm ya da kehanetim değil. Allah bunu Kur’an’da Enfâl Suresi 36. ayette açıkça ifade etmiştir:

“Doğrusu hakikati inkâr edenler, insanları Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar ve kıyamete kadar da harcamaya devam edeceklerdir…”

Bu ayet bize şunu gösteriyor: Biz bıraksak da onlar bizimle mücadeleyi bırakmayacaklar.

Peki, hangi mücadeleyi kastediyorum? Hakk ile batıl mücadelesini.

Bakın, ayet açık...

Onların mücadelesi bitmeyecek, çünkü onların gayesi bitmiyor. Onlar için bu bir dönemsel çıkar meselesi değil; hakkı susturma davasıdır. Kıyamete kadar sürecek bir düşmanlıkla karşımızdalar.

Ben öyle yaşa ben böyle yaşayım, idare dip gidelim şu dünyada demiyor adam. Bu mücadeleyi niçin verirler bu ayrı bir araştırma konusudur. Biz mümünlerin mücadelesinin bir mükafatı var, karşılığı var. Peki onlar bunu sebepsiz yere niçin bizimle mücadele ediyorlar. Bu gerçekten de ilginç bir konu. Konumuz bu olmadığı için bunu başka bir yazıda tartışırız.

Biz yoruldukça onlar daha çok plan yapıyor. Biz içimize döndükçe onlar sahayı genişletiyor. Biz “artık yeter” dedikçe, onlar “şimdi tam zamanı” diyor.

Çünkü onlar biliyor:
Hakk susarsa, batıl konuşur.
Mümin unutursa, zalim hükmeder.
Biz vazgeçersek, onlar kazanır.
Ve ayet diyor ki: “Kıyamete kadar harcamaya, mücadeleye devam edecekler.”
Demek ki bu, bitmeyecek bir mücadele.
Onlar mal harcayarak, propaganda yaparak, zihinleri işgal ederek çalışacaklar.
Biz ise, kalemimizle, duamızla, sabrımızla ve imanımızla karşı duracağız.
Bunun nasıllığını yine Halık-ı lemyezel bize gösremiş enfal 60. Ayette.

Onlara karşı, gücünüz yettiği kadar kuvvet toplayın, Müslümanca yaşamanız için en etkili ve üstün silah gücüne sahip olun. Sözgelimi, güçlü süvari birlikleri oluşturmak üzere savaş atları ve elinizdeki imkân ve içinde bulunduğumuz şartlara göre gerekli olan her şeyi hazırlayın ki, böylece hem Allah’ın düşmanı, hem de sizin düşmanınız olan insanları ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’ın bildiği ve gelecekte Müslümanların başına belâ olabilecek kimseleri korkutup savaştan caydırabilesiniz. Fakat bunu gerçekleştirmek için, tüm malınız ve canınızı ortaya koymanız gerekiyor. Unutmayın ki, Allah yolunda her ne harcarsanız, size karşılığı eksiksiz ödenecek ve asla haksızlığa uğratılmayacaksınız.(meal yediveren yay.)

“Onlara karşı, gücünüz yettiği kadar kuvvet toplayın…”

Bu kısa cümle, görünüşte basit ama derin bir çağrıdır. Burada söylenmek istenen, zalime karşı pasif bir teslimiyet değil; imanını koruyacak, kardeşini himaye edecek, ümmeti ayakta tutacak bir direnci inşa etmektir.

Bu yüzden bizim için mesele;
Bir coğrafyanın, bir sınırın, bir grubun meselesi değil.
Bu, Hakk’ın ve Batıl’ın bitmeyen savaşıdır.
Ve bu savaşta tarafsız kalmak, farkında olmadan batılın safına geçmektir.
Bugün huzur içindeyiz diye rehavete kapılırsak, yarın o huzurun da bir imtihan olduğunu anlarız.
Belki şimdi bomba yağmıyor üzerimize, ama zihinlerimize, kalplerimize, çocuklarımızın ruhlarına yağıyor o bombalar.

Unutmayalım:
Biz onları bıraksak da, onlar bizi bırakmayacak.

Doğu Türkistan bize çok uzak, Gazze Arapların meselesi, Sudan “elin zencisi” diyemeyiz. Çünkü “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurât, 10)

O zenci adam, o kara adam bizim din kardeşimizdir ve birbirimize karşı sorumluluklarımız vardır. Onun orada olması kendi tercihi değildir; o renkte olması da öyle. Tıpkı bizim burada olmamızın, bu tende doğmamızın da kendi tercihimiz olmadığı gibi…

Biz bize düşeni yapacağız. Çünkü onlar zaten kendilerine düşeni yapıyorlar.

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Bu hadis, ümmet olmanın yalnızca bir inanç bağı değil, aynı zamanda bir ruh birliği olduğunu anlatır. Mü’min, mü’minin aynasıdır; biri sızlarken diğeri susamaz. Zira vücut, nasıl ki bir parmağındaki acıyla bütünüyle huzursuz oluyorsa, ümmet de öyledir. Bir müslümanın yüreğine saplanan diken, dünyanın öbür ucundaki bir mü’minin kalbinde yankılanmalıdır.

Efendimiz’in bu teşbihi, insanın hem duygu dünyasına hem sosyal sorumluluğuna dair derin bir ders taşır. “Bir vücut gibidirler” buyruğu, sevgi, merhamet ve dayanışmanın sadece ahlâkî bir süs değil; varoluşsal bir zaruret olduğunu bildirir. Çünkü ümmet, ancak birbirine kenetlenen kalplerle ayakta durabilir.

Bugün ümmetin her köşesinden bir inilti yükseliyor. Gazze’de bir çocuk ağlarken, Afrika’da bir anne açlıkla mücadele ederken, bizden bir parçamız hasta demektir. Eğer yüreğimizde en ufak bir sızı hissetmiyorsak, belki de bedenin o uzvuyla bağımız zayıflamış, ruh damarlarımız tıkanmıştır. Peygamberimizin “hummâ” teşbihi bu yüzden manidardır: Sevgisizlik, merhametsizlik ve ilgisizlik, insanı içten içe kavuran bir ateştir.

Gerçek mü’min, bu ateşi söndürmek için yaşar. O, acıyı paylaşmayı bir görev değil, bir şeref bilir. Çünkü bilir ki kardeşinin yarasına merhem olmak, Allah’ın rızasına giden yoldur.

Mü’min, kardeşinin acısına bigâne kalmaz; onun sevincini kendi sevinci, derdini kendi derdi bilir. İslâm toplumu bir vücuttur; bir uzuv hastalandığında diğerleri onun için uykusuz kalmalıdır. Sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşma, sadece bireysel faziletler değil, ümmetin diriliş kodlarıdır. Müslüman, insanlığın her ferdine karşı merhametle yaklaşır; çünkü rahmet, imanla birlikte genişler.

Bugün bizden istenen, sadece acıyı görmek değil, o acının bizi yeniden insanlaştırmasına izin vermektir. Her mü’min, bu hadisin ışığında kendine şu soruyu sormalıdır:

“Ben, bu bedenin hangi uzvuyum — ve kardeşimin acısını gerçekten hissediyor muyum?”

İşte ümmet şuuru, bu sorunun cevabında gizlidir.

Silahı olmayan değil, şuuru zayıf olan yenilir.Cennet mekan Erbakan'ın "Bir milletin asıl gücü tankı, topu, tüfeği değil; imanlı ve inançlı evlatlarıdır" sözündeki hakikat bu değil mi

Çünkü kılıcı kuşanan el, önce fikri kuşanmıştır.

Müslüman, Batıl’ın silahıyla değil, Hakikat’in bilinciyle direnir.

Bu nedenle “kuvvet hazırlamak”, çağımızda yalnızca askerî bir çağrı değil, zihinsel bir seferberliktir. Tabiki fiziki askeri vs . hazırlıkları eksizksiz tamam edelim. Bu “kuvvet”, sadece silah ve savaş düzeni değildir. Kuvvet, ilimdir; idrak kuvvetidir; irade kuvvetidir; kültür kuvvetidir. Silahı olmayan değil, şuuru zayıf olan yenilir.

Bugün ümmetin en zayıf düştüğü yer, bu kuvvetin köküdür: düşünce, bilgi, inşa, şuur.

Her kitap bir kalkan, her okul bir siper, her fikir bir mevzidir.

Biz HAK-BATIL mücadelesinde yerimizi safımızı netleştirelim, gerisi gelir. Bize düşen yola çıkmaktır, yolda olmaktır, safta durmaktır.

SAFLARI SIKALAŞTIRALIM…

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri