MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU

-YENİ- 2 . “ONE MİNUTE”

2 . “ONE MİNUTE”

“Türkiye’nin Dış Politikadaki Aktif Duruşu ve ‘One Minute’in Anlamı”

Bazı hadiseler vardır ki, onlar yalnızca diplomasi masalarında değil; tarihin kalbinde vuku bulur. Görünen sahne birkaç siyasetçinin yüz ifadesinden ibarettir belki, ama perde arkasında çağın yönünü tayin eden bir irade işler.

2009 Davos zirvesinde söylenen “One Minute”, aslında bir kelimeden çok daha fazlasıydı. O an, Türkiye’nin dış politikada yön değiştirdiği, suskunluğun yerini söze, edilgenliğin yerini iradeye bıraktığı andı. Erdoğan’ın o çıkışıyla birlikte Türkiye, sadece İsrail’e değil, dünyanın yerleşik güç dengelerine de “Ben buradayım” dedi.

O günden sonra Türkiye, mazlumların vicdanında bir ses, zalimlerin hesabında bir engel hâline geldi. İşte 2025’te yaşanan hadise (Netanyahu’nun Şarm eş-Şeyh’e inemeden geri dönmesi) bu çizginin bir devamıdır.

Türkiye Cumhuriyeti, son yirmi yılda dış politikada hiç olmadığı kadar etkin bir rol üstlendi. Bu değişimi, sadece söylemde değil, somut verilerde de görmek mümkün. Bazı gazeteciler, Erdoğan’ın ilk başbakanlık dönemlerinden itibaren istatistiki verilerle bu farkı ortaya koymuşlardı.

Erdoğan’ın bir yılda ziyaret ettiği ülke sayısı, kat ettiği mesafe ve gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, kendisinden önceki başbakanların on katına yaklaşmıştı. Cumhurbaşkanlığı döneminde yaptığı yurt dışı ziyaretler de, bir önceki cumhurbaşkanının tüm görev süresindeki ziyaret sayısını aşmıştı.

Bu rakamlar, Türkiye’nin son yıllarda dış politikada proaktif bir sürece girdiğini açıkça gösteriyor. Ticarette sıkça kullanılan bir söz vardır:

“Gezen tilki, oturan tilkiden daha evladır.”

Bu sözü diplomasiye uyarlarsak, Türkiye’nin dış politikadaki hareketliliği, salt bir gezi veya protokol turu değil; ilişki kurma, denge gözetme ve etki oluşturma merkezli bir hareketliliktir.

Bu aktif diplomasi anlayışı sayesinde Türkiye, dış politikada kendine özgü bir kimlik kazanmıştır. Artık Türkiye’nin bir duruşu vardır — ne Batı’nın gölgesinde, ne Doğu’nun yedeğinde; kendine has, “nevi şahsına münhasır” bir duruş.

Türk dünyasında doğal bir ağabeylik konumu; İslâm dünyasında ise hilafet sancağının son kez dalgalandığı yer olma itibarıyla adı konulmamış, ama hissedilen bir liderlik konumu oluşmuştur.

Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yıllar önce Selçuk Üniversitesi’nde yaptığı bir konferansta bu millete dair çok anlamlı bir hatırasını paylaşmıştı.

Afganistan’a yaptığı bir ziyarette, gittiği bir il merkezinde, yerel bir belediye başkanıyla özel bir sohbet sırasında yol sorunlarından bahsetmişler. Belediye başkanı, yollarının bozuk olduğunu, asfalt çalışması için Türkiye’den destek beklediklerini dile getirmiş. Davutoğlu da hiç tereddüt etmeden, “Tamam, yardımcı oluruz” demiş.

Bir başka gezide, Bosna’da bir okul müdürüyle karşılaşmış. Müdür, okulun temel ihtiyaçlarından söz etmiş; aynı kararlılıkla ona da “Tamam, ilgileneceğiz” cevabını vermiş.

Afrika’da benzer bir tablo… Türk dünyasında bir başka örnek…

Gittiği her yerde, kim ne istediyse Davutoğlu aynı cevabı vermiş: “Tamam.”

Bunun üzerine orada bulunan bir gazeteci dayanamayıp sormuş:

“Sayın Bakan, her isteğe ‘evet’ diyorsunuz.

1. Bu taleplerin yerine getirilmesinden siz sorumlu değilsiniz.

2. Türkiye’nin bütün bunları karşılayacak ekonomik gücü de yok.

Nasıl hepsine ‘tamam’ diyebiliyorsunuz?”

Davutoğlu gülümseyerek cevap vermiş:

“Bakın,” demiş, “Türkiye’nin bu coğrafyalarda adı konulmamış bir konumu var. Biz ağabeyiz. Güçlüyüz, güven veriyoruz. Bir evde küçük kardeş bir şey istediğinde, büyük abi hemen ‘olmaz’ demez. Hemen çözüm arar. Çünkü ağabey olmak bunu gerektirir. O ister, sen bulursun. Olmasa da bulursun. Büyük olmak, sözünün ardında durmakla mümkündür.”

İşte Türkiye’nin bugünkü dış politikadaki yeri tam da budur.

Adı konulmamış ama herkesin kabul ettiği bir ağabeylik, bir liderlik konumu.

Türk dünyasında da, İslam coğrafyasında da Türkiye’nin sözü bu yüzden yankı bulur; çünkü onun sözü yalnız siyaseti değil, vicdanı da temsil eder.

Davutoğlu o konuşmasını şöyle bitirmişti:

“Türkiye’nin bu ağabeylik vasfını fark edin. Hedeflerinizi buna göre koyun. Çünkü biz sıradan bir ülke değiliz. Biz, tarihin omzuna yüklediği bir sorumluluğu taşıyoruz.”

Bu hatıra, aslında dış politikadaki istatistiklerden, raporlardan, strateji belgelerinden çok daha fazlasını anlatıyor.

Bir milletin kalbinde taşıdığı emanet bilinci, sadece diplomasi masalarında değil, gönül coğrafyasında da karşılık buluyor.

Bu özellikleriyle Türkiye, sıradan bir ülke olmaktan çıkmış, imparatorluk bakiyesi bir devletin mirasını taşır hâle gelmiştir. 16 Türk devletinin birikimini, derin tarihî tecrübeyi ve stratejik coğrafi konumunu bünyesinde barındıran bir ülke olarak artık dünya siyasetinde özel bir yere sahiptir.

Elbette Türkiye, henüz “oyun kurucu” bir güç düzeyine ulaşmış değildir. Ancak oyun bozucu bir pozisyondadır. Bu da çok önemlidir. Çünkü artık bölgemizde Türkiye hesaba katılmadan hiçbir plan yapılamaz, hiçbir denge kurulamaz.

Bu aktif duruşun dönüm noktalarından biri de, hiç şüphesiz Erdoğan’ın Davos’ta İsrail’e karşı sergilediği o tarihi çıkıştır.

Türkiye’de “One Minute” dendiğinde herkesin aklına 2009 Ocak ayında Davos’ta yaşanan o an gelir: İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve moderatör David Ignatius’un bulunduğu o panelde, Erdoğan’ın yüksek sesle ve kararlı biçimde söylediği “One Minute!” sözü…

O an sadece bir diplomatik tepki değil, Türkiye’nin dış politikadaki yeni kimliğinin ilanı idi.

Zira o söz, ezberleri bozan, mazlumun yanında durmayı yeniden hatırlatan bir dönüm noktasıydı.

O günden sonra Türkiye, mazlumların vicdanında bir ses, zalimlerin hesabında bir engel hâline geldi. İşte 2025’te yaşanan hadise (Netanyahu’nun Şarm eş-Şeyh’e inemeden geri dönmesi) bu çizginin bir devamıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Netanyahu’nun bulunduğu bir masada ben olmam” dedi. Bu cümle, diplomatik bir tepki değil, bir ruh hâlidir. O, tarihe ikinci “One Minute” olarak geçecek bir duruş sergiledi. Ve dikkat edin, bu kelime —“One Minute”— modern dünyanın dillerine tercüme edilemeyen bir vakar ifadesidir. Çünkü o kelimenin içinde ümmetin onuru, mazlumun ahı, Kudüs’ün sessiz çığlığı vardır.

İsrail’den gelen “bayram tatili” açıklamasını kimse ciddiye almasın. Bu açıklama, yaşanan diplomatik krizi örtbas etme çabasından başka bir şey değil. Çünkü Netanyahu’nun Mısır’a gitmek üzere hazırlanmış olan devlet uçağı “Sion Kanadı” çoktan hangardan çıkarılmış, piste yönelmişti. Ancak plan tutmadı, uçak havalanamadı.

ABD Başkanı Trump’ın, İsrail’den Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’yi arayarak Netanyahu’nun Şarm eş-Şeyh’teki zirveye davet edilmesini istemesiyle birlikte “Netanyahu yola çıktı” haberleri yayıldı. Uçakta bulunan gazetecilerin ifadelerine göre Erdoğan’ı taşıyan uçak piste inmek üzereyken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı müdahalesiyle inişten vazgeçildi. Tabiri caizse, tekerlekler piste değecekken uçak yeniden yükseldi.

Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Netanyahu’nun bulunduğu bir toplantıya katılmam” diyerek açık bir rest çekti. Tarih, bir kez daha aynı manzarayı sahneye koydu: Erdoğan, bir kez daha “One Minute” dedi. Bu hadise, tarihe ikinci “One Minute” olarak geçecek. Ve dikkat edin; “One Minute”lerin muhatabı hep İsrail olmuştur.

Burada görülmesi gereken asıl nokta şu: ABD Başkanı Trump, Şarm eş-Şeyh’te çekilecek fotoğraf karelerinde Erdoğan ile Netanyahu’yu yan yana göstermek istiyordu. Çünkü o kare, Washington’un Gazze’de barış adına ortaya koyduğu planı kendi hanesine büyük bir diplomatik başarı olarak yazacaktı. Ancak Türkiye, bu oyunu daha kurulmadan bozdu.

Netanyahu’nun zirveye katılması için yapılan girişimler, Türk diplomasisinin hızlı ve kararlı adımlarıyla 40 dakikada çöktü. Telefonlar çalıştı, diplomatik hatlar devreye girdi ve plan dağıldı.

Fakat meselenin özü yalnızca bir fotoğraf değildir. Türkiye’nin itirazı, İsrail’in daha önce altına imza attığı hiçbir anlaşmaya uymamasına, iki devletli çözümü reddetmesine, Batı Şeria’daki işgalini sürdürmesine ve bölgeyi Suriye üzerinden yeniden dizayn etme çabasına yöneliktir. Sorunu doğru teşhis etmeden, Erdoğan gibi tecrübeli bir siyasi lidere emrivaki yapmak mümkün değildir. Bu, 2009’da böyleydi; 2025’te de değişmedi.

Bugün o masada onlarca lider var ama sadece dört bayrak duruyor: ABD, Türkiye, ev sahibi Mısır ve arabulucu Katar. Trump’ın imza töreninde doğrudan diyaloğa girdiği tek lider Erdoğan’dır. Bunun nedeni sevgi veya sempati değildir; Bush’tan Trump’a kadar birçok Amerikan başkanıyla çalışmış bir liderin tecrübesi ve kararlı duruşudur. Türkiye’nin son yıllarda gösterdiği duruş ve tutumdur.

 

O yüzden biz, bu olayları anlık bir diplomatik kriz olarak değil; tarihî bir bilinç ve millet olma hafızası içinde okumalıyız. O karedeki dik duruş, sadece bir liderin değil; bir milletin onurunun temsiliydi.

Biz bu hadiselere yalnızca “siyaset” gözüyle bakarsak, anlamın ruhunu kaçırırız. Asıl mesele, bir milletin, bin yıllık vakarını çağın zulmüne karşı yeniden hatırlatmasıdır.

Tarih yeniden konuşmuştur.

Ve bir kez daha, bir söz yükselmiştir arşa:

“One minute!”

Bu, sadece bir diplomatik çıkış değil; zulme karşı “susmam” diyen bir ümmetin kalbinden kopan haykırıştır.

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri