HAŞİM AKIN

-YENİ- KURBAN OLMANIN ATEŞİ

KURBAN OLMANIN ATEŞİ

Muaz Bin Cebel (r.a) Allah Resul’ünün (s.a.v) özel terbiyesinde yetişmiş genç bir sahabeydi.  Hatta bizi en kıskandıran yönlerinden birisi de Allah Resul’ünün (s.a.v) deve veya eşeği üzerinde onun terkisine / arka koltuğuna oturup Resulullah'ı (s.a.v) sıkı sıkı kucaklayarak yolculuk yapması ve bu esnada da şahsa özel bir kısım nasihatleri almasıydı.

            Nebiyyi Muhterem (s.a.v) bu akıllı, zeki, feraset ve takvasıyla temayüz etmiş delikanlıyı bir süre özel eğitimlerle yetiştirdi ve sonra onu Yemen’e vali olarak görevlendirdi. Muaz bin Cebel (r.a) Yemen’e doğru ağır bir görevle yola çıktığında daha yirmili yaşlardaydı. Ama kimse onun yaşına da takılmadı. Allah resulü (s.a.v) yine başkalarına çok nasip olmayan özel bir uğurlama törenini ona yaptı. Kendisi yaya yürüyor, Muaz biz Cebel (r.a) ise devesinin üzerinde son nasihatleri dinliyordu. Hatta Muaz Bin Cebel (r.a) Resulullah'ın (s.a.v) yerde yürüyüp kendisinin deve üzerinde kalmasından rahatsız olduğunu ifade edince Allah resulü müdahale edip bu şekilde kalmasını işaret buyurdu.

            Ancak bizi asıl kalbimizden vuran ve bizim için bambaşka bir önem arz eden bölümü bundan sonra dinliyoruz. Muaz Bin Cebel (r.a)  o güne ait bir hatırasını şöyle anlatıyor. “Allah rasülü (s.a.v)  beni uğurlayıp kendisi Mescidi Nebevi'ye geri döndü. Ben Yemen'e doğru yola çıkmıştım. Az sonra baktım ki arkadan bir görevli geliyor ve Allah resulünün (s.a.v) beni geri çağırdığını söylüyordu. Elbette ben çok şaşırmıştım, karmakarışık duygularla hemen geri döndüm. Resülüllah (s.a.v) ben bekliyordu. Allah resulü (s.a.v) bana “Ya Muaz! Seni niçin geri çağırdım biliyor musun? Gittiğin yerde ganimet malları olacak sakın ha ganimet mallarında hakkın olmayan bir şeyi bir iğne bile olsa alma. Ganimet / devlet mallarından hakkın olmayan bir şeyi haksız yere alırsan Allah kıyamet gününde aldığın o malı boynunda asılı olarak seni halk eder” buyurdu. Ben bu uyarıyı yeniden hem de geriye çağrılarak dinlemiş olmanın şokuyla tekrar yola düştüm.

            Ülkemiz tarihi bir derinliğe sahip bir medeniyet temsilcisidir. Neredeyse her gün birçok insan görevini bırakır, yerine başkaları gelir. Biz burada “O göreve kim atandı? Niçin o? Daha iyisi yok mu? Eskisi hangi sebeple alındı?” mevzusuna odaklanmıyoruz. Konumuz bu değil.

             Bu örnekte; devlet yönetiminin neresinde olursa olsun yönetime gelen şahsın alması gereken tavır, takılması gereken üslup ve bulunması gereken pozisyonu gördük. Allah Resulü (s.a.v) çok sevdiği ve genç yaşta güvenip uzak diyarlara gönderdiği Muaz’a (r.a) çağları kuşatacak önemli bir kıstası öğretiyor. Hakkı olmadığı halde devlet malından bir iğne bile olsa kendine veya yakınlarına menfaat temin etmeyi şiddetle yasaklıyor. “Bal tutan parmağını yalar!” gibi bir cümlenin ardına sığınmanın getireceği sonucu bildiriyor.  Devlet yönetimi ve devlet malı / beytülmal hassasiyetini gösteriyor.

Hz. Ömer’in (r.a) kendi işlerinde ve devlet işlerinde iki farklı mum kullanıyor olmasını, mazide kalmış ütopik bir hikaye olarak dinlemeye başladık. Bu bakış açıcı da İslami bir endişesi olan toplumların asla iki yakası bir araya getirmedi. Söylemle eylemi birleşemeyen, konuşurken güzel cümleler kurabilen ama bu cümleleri hep başkalarını yargılamak için kurşun yapan insanlar; ümmetin başına dert oldu.

Çok basit bir mahalle muhtarlığı ya da okul müdürlüğünden devletin en üst kademesine kadar devlet görevinin ucundan tutmuş herkes, haklarına riayet ettiği gibi sorumluluklarına da riayet edebilmelidir. Şayet sorumluluklarına riayet edemez ve oradaki dünyevi imkânların tadına bakmaya başlarsa işte ondan sonra ipin ucu kaçıyor. Böylesi devlete ait fırsatların tadına sadece bir kez bakmış olmak aslında o yanlışın içine düşmeye götürüyor. Bu yanlışın yakınında bulunuvermek,(!) bir defalığına mahsus bile olsa taviz vermek; arkasından bir bağışıklık kazandırıyor. İşin en kötüsü de insanın işlediği bir hataya kılıf bulması ve onu benimsemesi olarak ortaya çıkıyor. Şeytan her defasında onun da hoşuna gidecek bir dizi ulvi(!) gerekçelerle işlediği günahı süsülemeye başlıyor.

Hz. Ömer (r.a) yaralanıp artık vefat edeceği anlaşılınca ondan Hz Ebubekir (r.a) gibi kendi yerine bir halife bırakması istendi. O da seçim için bir heyet bıraktı. Sahabe-i kiramın büyükleri ondan oğlu Abdullah'ı (r.a) da bu istişare heyetine koymasını istediler. Hz Ömer (r.a) tarihe geçecek şu cümlesini söyledi: “Bir evden bir kurban yeter. Oğlumun da bu işe kurban edilmesini istemiyorum.” Israrlar üzerine Abdullah (r.a) heyete alındı. Ancak özel bir şart vardı. Aday olamayacak ama oy verebilecekti. Yani Hz Ömer’in  (r.a) gözünde devletin görevinde bulunmak aslında kurban olmaktı. Bugün farklı makamlarda yönetim görevi icra eden kardeşlerimiz aslında bizim adımıza kurban oldular. Ortama bakılınca kurban olmak için kendini paralayan ne de çok insan varmış.

Bu kurban oluşları onları günaha mı yoksa rablerine mi yaklaştıracak onu süreç içerisinde sergilenecek kendi tavır ve alışkanlıkları belirleyecek.

  • Yanında hatalarını söyleyebilecek dostları olmayanlar,
  • Bir göreve gelince hemen oluşuveren yeni makamsal dostlara(!) aldananlar,
  • Her karar ve eylemine onay veren, onu alkışlayan danışmanları çok sevenler,
  • Muarızlarını ve hakkındaki eleştirileri hep kötüleyenler, buna kılıflar bulup doğru yolda olduğuna inandırılanlar,
  • Yokluğunda kurum / devletin batacağına dair söylemlerle demlenip mutlu olanlar,
  • Kendisi veya ondan beklentisi olanları mutlu etmenin çok olduğunu, mahşer günü faturanın kendisine kalacağını çok geç anlayacaklardır.  Görev bitince yanında zaten kimse de kalmayacaktır.

Hesaba hazır olmak lazım. Bir iğne bile olsa...

 

 

 

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri