- 13 Aralık 2025 - KUDÜS GÜNLÜKLERİ -I-
- 06 Aralık 2025 - KUDÜS GÜNLÜKLERİ
- 05 Kasım 2025 - KANDİL YAĞININ KOKUSUNDA KUDÜS
- 02 Ağustos 2024 - KUDÜS’E ŞAİRCE BAKIŞ
- 26 Eylül 2023 - En Sevilen İnsan: Hz. Muhammed
- 17 Ağustos 2023 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -8-
- 03 Temmuz 2023 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -7- Rasim Özdenören
- 23 Mayıs 2023 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam - VI -
- 18 Nisan 2023 - Elveda Diyemiyorum Ramazanım
- 18 Nisan 2023 - Reyyan Kapısından Girebilmek
- 17 Nisan 2023 - Kadir Gecesi
- 10 Nisan 2023 - Rahmet Kapılarından Girip Merhamet Yağmurlarında Islandık Mı?
- 04 Nisan 2023 - Ramazanda Olmazsa Başka Ne Zaman
- 01 Nisan 2023 - Varlık Aleminin Gözbebeği İnsan
- 28 Mart 2023 - Oruç Nasıl Tutulur ?
- 23 Mart 2023 - İlk Orucum
- 16 Mart 2023 - On Bir Aydır Beklenen
- 05 Mart 2023 - Berat Gecesi
- 15 Şubat 2023 - Miraç Gecesi
- 25 Ocak 2023 - Regaib Gecesi
- 22 Ocak 2023 - Allah'ım Recep ve Şabanı Mübarek Kıl!
- 22 Aralık 2022 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -5- Mehmet Akif İNAN
- 21 Kasım 2022 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -4- Adil Erdem Bayazıt
- 21 Ekim 2022 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -3- Nuri Pakdil
- 06 Ekim 2022 - Bir Kedi Al, Hayatın Değişsin
- 14 Eylül 2022 - Milli Eğitimden İyi Haberler
- 09 Eylül 2022 - Buz Dağının Görünmeyenleri ve Aile Eğitimi
- 01 Eylül 2022 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam -2- Cahit Zarifoğlu
- 05 Ağustos 2022 - Kutlu Vakitler -6- Muharrem Ayı
- 25 Temmuz 2022 - Sevgi Dolu Yedi Güzel Adam
- 13 Temmuz 2022 - Hafıza 15 Temmuz
- 08 Temmuz 2022 - KUTLU VAKİTLER -V- Hac Ve Kurban Vakti
- 12 Haziran 2022 - Bir Kitap Oku, Hayatın Değişsin
- 26 Mayıs 2022 - Yol Sohbetleri -3- ''Arılar''
- 17 Mayıs 2022 - Sessiz Bir Okul
- 02 Mayıs 2022 - Kardeşlik İklimi: Bayram
- 01 Mayıs 2022 - Kutlu İklimden Çıkarken
- 30 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -8-
- 29 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -7-
- 28 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -6-
- 27 Nisan 2022 - Kutlu Vakitler -4-
- 23 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -5-
- 21 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -4-
- 19 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -3-
- 15 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -2-
- 11 Nisan 2022 - Ramazan Hikâyeleri -1-
- 08 Nisan 2022 - Kutlu Vakitler -3- Oruç İklimi
- 31 Mart 2022 - Kutlu Vakitler -2-
- 25 Mart 2022 - Yol Sohbetleri -2-
- 07 Mart 2022 - Yol Sohbetleri -1-
- 01 Şubat 2022 - Kutlu Vakitler
- 17 Ekim 2021 - Hoş Geldin Gül Kokulu Efendim
- 18 Mart 2021 - -YENİ- Allah'ım, Yağmur Yağmasın
- 25 Şubat 2021 - O Gün Şubattı
- 17 Şubat 2021 - Yirmisekizşubattı
- 05 Şubat 2021 - Sırdaşlarımız
- 10 Aralık 2020 - Gönül Dostu
- 03 Kasım 2020 - Bosnalı
- 10 Ekim 2020 - Vahşetin Tanıkları
- 20 Eylül 2020 - Ah Bosna Ah
- 11 Eylül 2020 - O Gündü Eylüldü
- 29 Ağustos 2020 - Yiğit İnsan Ne Zaman Belli Olur?
- 07 Ağustos 2020 - Sizin Hiç Babanız Öldü mü ?
- 21 Temmuz 2020 - Direnişin Kahramanları
- 14 Temmuz 2020 - 15 Temmuz Kalkışması
- 13 Temmuz 2020 - Kalkışmanın Öncülleri
- 26 Haziran 2020 - Bulutlar Sırlarını Sergilerdi
- 18 Haziran 2020 - Ölüm Şuuru
- 09 Haziran 2020 - Ölür müsün? Öldürür müsün?
- 27 Mayıs 2020 - 27 Mayıs, Demokrasi Ve Özgürlük Adası
- 15 Mayıs 2020 - Habersiz Değilsin Allah'ım
- 27 Nisan 2020 - Pretoryanizm ve 27 Nisan E-Muhtırası
- 23 Nisan 2020 - Mübarek Ola
- 10 Nisan 2020 - Baharı Beklerken
- 02 Nisan 2020 - Algı Yönetmenleri
- 26 Mart 2020 - Tarifsiz Acılar Sardı Her Tarafımızı
- 20 Mart 2020 - Değerlerimize Dönme Vakti
- 13 Mart 2020 - Darbeler ve Darbeler (III)
- 05 Mart 2020 - Darbeler ve Darbeler (II)
- 28 Şubat 2020 - Darbeler Ve Darbeler (I)
- 20 Şubat 2020 - Tüketim Çılgınlığı (II)
- 13 Şubat 2020 - Tüketim Çılgınlığı (I)
- 07 Şubat 2020 - O Eski Kışlar (II)
- 29 Ocak 2020 - O Eski Kışlar
- 17 Ocak 2020 - Değişim Zordur
- 11 Ocak 2020 - Meritokrasi Ve Liyakat Üzerine (3)
- 02 Ocak 2020 - Meritokrasi Üzerine Bir Deneme (2)
- 11 Aralık 2019 - Meritokrasi Üzerine Bir Deneme (1)
- 03 Aralık 2019 - SENİ DE GETİRSİNLER BANA
MUSTAFA KÜÇÜKTEPE
-YENİ- KUDÜS GÜNLÜKLERİ -II-
KUDÜS GÜNLÜKLERİ -II-
Mustafa KÜÇÜKTEPE
Mescid-i Aksa’ya İlk Giriş
Dün gecenin hüznü, kalbimin derinliklerine sızarak orada ağır bir gölge gibi oturmuştu. Hiç konuşmayan ama hiç susmayan, insanın içini sessizce kemiren bir gölge… Mescid-i Aksa’nın kapısında durup içeri giremeyişimiz (1) dışarıdan bakanın anlayamayacağı kadar büyük bir sarsıntı bıraktı içimde. O an kapı kapanmadı aslında; kapının sesi içimdeki en eski yaraya çarptı, orada çoğaldı, yankılandı, derinleşti. Kalbimin duvarlarına vura vura bir gece boyunca yankısını sürdürdü.
Yatağa uzandığımda, odanın karanlığı değil, kendi içimin karanlığı sarıp sarmaladı beni. Ne kadar gözlerimi kapatsam o kapının kapanışını yeniden gördüm; her kapanış, içimde bir şeyin daha kırıldığını gösterdi. Sanki kalbimin içinde bir kapı daha vardı ve o kapı dün gece zorlukla, acıyla, hüzünle yüzüme kapandı.
Karanlık bir odada değildim aslında; karanlık bir halin içindeydim. Kalbimin derinliklerinde dolaşan o ince sızı, nefes aldıkça daha da kendini hissettirdi. Sanki içimde, geceden daha karanlık bir gece vardı.
Sonra bir anda, içimde bir fısıltı belirdi.
Ben söylemedim sanki; içimdeki incinmiş yer söyledi:
“Rabbim… Eğer dün kapı bana kapandıysa,
belki de içimde kapanmaya yüz tutan bir yarayı göstermek içindi.
Eğer bir kapı kapanmışsa, Sen açarsın.
Ama eğer kapalı olan kapı değil, benim kalbimse
benim içimi aç.”
Bu dua dudaklarımdan değil, kırılan yerden çıktı. Gözyaşlarım yanaklarıma değil,
kalbimin en kuytu yerlerine aktı. Belki de uzun zamandır ağlamadığım bir iç sızı vardı;
o gece ilk defa serbest kaldı.
Sabaha kadar içim bir dua gibi aktı. Her nefesimde bir şey çözüldü, Her iç çekişimde bir şey bıraktım, her sessizlikte biraz daha içime döndüm.
Gecenin karanlığı, içimdeki karanlıkla birleşti, beni ağırlaştırdı.
Ama o ağırlığın içinde bile bir umut vardı: Karanlık, nura gebedir.
Sabaha yakın olduğunda Kudüs’ün taşları solgun bir seherle örtülmüştü. Gökyüzü renksiz, rüzgâr yorgun, taşlar uykusuzdu. Her şey sessizdi ama o sessizlik bile dua taşıyordu.
Hava soğuktu; soğuk yüzümü üşütüyordu ama içimde bir yer hâlâ yanıyordu.
Sanki kalbimde gece bırakılmış bir ateş sabaha kadar sönmemişti.
Hızlı adımlarla yürümeye başladık. Her adım, dün gecenin yükünü biraz daha taşıyor gibiydi.
Belki de her adımda içimde bir şey ağrıyordu. Ama o ağrı, bu sabaha hazırlayan bir ağrıydı.
Ve bu kez kimse durdurmadı bizi. Ne bir asker, ne bir Yahudi, ne bir engel, ne bir bakış…
Sanki gök bile sabahı hazırlamıştı bizim için. Sanki gece boyunca kapalı duran kapılar,
şimdi rahmetle açılmak için sabırsızlanıyordu.
Avluya adım attığım anda içimdeki o ağır hüzün, bir anda uçup gitti. Taşların sabah serinliği ayaklarıma değil, ham ve kırılgan ruhuma dokundu. Rüzgârın sesi bile içimdeki karanlığı okşadı.
Ve karşımda Kubbetü’s-Sahra… Altın kubbesiyle sanki gökten bir parça inmiş gibi duruyordu.
O an sadece gözlerim değil, içim aydınlandı.
Yaklaştıkça dizlerim titredi. Adımlarım ve kalbim hızlandı, ruhum ağırlaştı.
Sanki yürümek değil, yıllardır içime bastırdığım duyguların üzerine basarak ilerliyordum.
Yaklaştım. Bir adım daha attım.
O an içimdeki en eski suskunluk bile yalvarmaya başladı:
“Bu sabahın içinde kaybolmak istiyorum.”
Mescidin kapısına vardım. Kapının eşiğinde bir rüzgâr esti.
Sanki melekler orada bekliyordu. İçeri adımımı attığım anda, zaman durdu. Yüzyıllar, dualar, gözyaşları bir araya geldi. Ben bir an değil, bir asır yaşıyordum.
Sabah namazı vaktiydi. İmamın sesi kubbede yankılandı. O ses, gökyüzünden gelen bir yankı gibiydi: “Ey huzur bulmuş nefis, Rabbine dön, O senden razı, sen O’ndan razı.” (Fecr, 27–28)
Gözyaşlarım secdeye karıştı. O an, Kudüs beni kabul etti. Ben artık bir ziyaretçi değil, bir parça olmuştum bu şehrin.
Sabah namazı başlayınca kalbim göğsümden taşacak gibi oldu. Tekbir aldığımda parmaklarımın titremesi, sanki içimdeki kırılganlığın bedenime dökülmesiydi. Rükûya eğildiğimde içimde yıllardır dik duran duvarlar çöktü.
Ve secde…
Ah, o secde…
Alnım yere değer değmez içimdeki gece boyu biriken her şey aktı. Halının serinliği bana dünyadan değil, içimdeki yangından bir haber getirdi. Gözyaşlarım hızla secdeye düşüyordu. Her damla içimdeki ağırlığı hafifletiyordu.
İçimde bir ses yükseldi, susmuş bir yerden, kırılmış bir yerden, yıllardır konuşmayan bir yerden:
“Rabbim…
Dün kapıda durmakla sınandım,
bugün içeri alınmakla arındım.
Kapı kapanmamış
ben açılmak için seheri bekliyormuşum.”
Namaz bittiğinde kalkamadım. Gökyüzü pembeleşti, ama ben hâlâ secdenin ağırlığı altında kaldım.
Secde ağırdır; içindeki duayı taşır. Dua ağırdır; içindeki gözyaşını taşır. Gözyaşı ağırdır; içindeki sırrı taşır.
Sonra ağır adımlarla Kubbetü’s-Sahra’nın içindeki güzellikleri seyre daldım. Altın kubbenin altında nefes almak bile zordu; çünkü nefes bile o anda bir ibadet gibi hissediliyordu.
Ve Muallak Kayası… İşte bu sarı olarak gördüğümüz altın kubbenin altındaydı, gözümüm önündeydi. Büyük, sessiz, kutsal… Peygamber Efendimizin (sav) Miracına şahit olan, üzerinde peygamberimizi taşıyan o taş… Taş bile peygamberin yolundan, ardından, izinden gidiyorken durdurulmuştu.
Elimi uzattım. Taşa dokunduğum anda elim değil, içim titredi. Taşın soğukluğu yüreğimde yıllardır varlığını unuttuğum bir yarayı buldu. Ve o yaraya dokunur dokunmaz gözlerimden yaş değil, içimde birikirken ağırlaşmış bir deniz taştı. Taş serin, taş sabit, taş sessizdi; ama benim gözyaşlarımı kabul eden bir rahmet gibi davrandı. Sanki taş bile bana merhamet etti.
Sonra kayanın altındaki mağara mescide indim. Dünya bir anda sessizleşti. Zaman bir anlığına durdu. Ve ben kendi içimin en yalın, en çıplak, en kırılgan hâliyle o loş mekânın ortasında kaldım.
Kur’an okumaya başladım. Sözler dudaklarımdan döküldü ama anlamı doğrudan kalbime indi. Her ayet içimdeki karanlığa bir ışık daha yaktı. Her kelime içimde saklanan bir sızıya dokundu.
Gözyaşlarım ayetlerin arasından süzülüp taşlara aktı. Allah’ın kelamı içimdeki karanlığı parçaladı.
Avluya çıktığımda ortam yeni aydınlanıyordu.
Ama içimde hâlâ o gecenin kırıkları, sabahın nurlarıyla birleşmiş halde duruyordu.
Dizlerimin üzerinde durdum. Öylece kalakaldım. Kımıldayamadım. Çünkü içimde bir hâl oluşmuştu. Bir huzur, bir teslimiyet, bir kırılma, bir onarılma…
Ve o anda şunu anladım: Dün kapının önünde duran ben ile bugün içeri giren ben aynı kişi değildi artık. Ben değişmiştim. Ben açılmıştım. Ben nurlanmıştım.
Kubbetü’s-Sahra göğe uzanıyordu. Ama o sabah asıl göğe uzanan benim secdeden kalkamayan kalbimdi.
Çünkü Allah beni o sabah, o taşın üstünde, o mağaranın derinliğinde kendime geri döndürdü. Bu bir ziyaret değildi. Bu bir sabah değildi…
Bu, benim ruhumun karanlıktan nura yükselişiydi. Bu benim kendi içimdeki Mirac’ımdı.
- Aksa’ya, yani kalbimizin kıblesine ilk kez yöneldiğimizde kapı, taş gibi suskundu. Kapının önünde, silahların gölgesinde duran Yahudi askerler “grup halinde giremezsiniz” dediler. Bir an, bütün dualar dondu havada. Bir an, bütün diller sustu. Sadece kalplerimizde bir hüzün yankılandı: “Bizim için açılmayan bu kapı, belki de sabrın kapısıydı.” Bazen Kudüs’e varmak, içeri girmek değil, kapısında bekleyebilme sabrıdır. O an anladım: bazen Kudüs’e varmak, içeri girmek değil, kapısında bekleyebilme sabrıdır. Bazen secde taşın üstünde değil, kapının eşiğinde edilir. Çünkü Allah, niyetin olduğu yeri mescid kılar. Biz, içeri giremedik belki, ama kalplerimiz Aksa’nın avlusuna çoktan girmişti. Rüzgârın taşıdığı dualar, bizim adımıza o taş kubbenin altında yankılanıyordu. Bir kadın ağlıyordu sessizce, bir genç başını eğmişti, rehberin sesi titriyordu: “Bugün bu kapı bize kapandı, ama dua her zaman açıktır.” O an Kudüs gökyüzü biraz daha karardı, ama içinde bir yıldız belirdi: teslimiyet. Yavaşça geri dönerken taşlara baktım her biri bir şahit gibiydi. Sanki bana fısıldadılar: “Buraya varmak yetmez, bu şehrin kapıları sabırla açılır. Her gözyaşı bir anahtardır, her dua bir kilit açar. “O gece yatsı namazını Aksa’nın içinde değil, kalbimizin tam ortasında kıldık. Rüzgârı kıble edindik, taşları seccade, yıldızları mihrap… Ve anladım ki: Allah’a en yakın yer, bazen giremediğin kapının önüdür.



Henüz Yorum yok