AV. FEVZİ KONAÇ

Etiyopya’da Öpülen El…!!

ETİYOPYA’DA ÖPÜLEN EL…!!

Son üç yıldır salgın ve birkaç aydır yaşanan ekonomik kriz ve çekilen sıkıntılar nedeniyle milletimizin moralinin bozuk olduğuna şahitlik ediyorum. Gerek mesleğim gerekse hayatın içinde biri olarak bu olumsuzlukların bedelini ödeyen insanlarımızın yaşadıklarını görüyorum. Fakir ve fukaranın derdini empati yaparak anlamaya çalışıyorum. Kimi zaman elimizden bir şey gelmemesinin hüznünü yaşıyorum. Pandemi tüm dünyayı etkiledi bunu görmezden gelmiyorum ama özelde kendi ülkemde yaşanan özellikle gıda alanında ki ekonomik krizin sebeplerini anlamakta zorluk çekiyorum. Spekülatif değişimler var belli ama bunun devletimiz eliyle denetimi neden tam yapılamıyor, anlamıyor ve üzülüyorum. Fahiş fiyatlar, anlamsız zamlar, ateş pahası bir hayat sardı adeta hayatımızı. Her şey var ama varlık içinde yokluğu iliklerime kadar hissediyorum. Sebeplerini iyi niyetli bakarak dünyada yaşananlara bağlarken, ülkenin iyi yönetilmediği iddiası ile iktidar iradesine bağlayan muhalefetin gür sesine kulak veriyorum.

Sadece ekonomik sebepler değil elbette; gençlik, ahlaki deformasyon, intiharlar, aile kurumunun savrulması, eğitimdeki bir türlü halledilemeyen eksikler, işsizlik ve toplumsal şiddet eğilimi gibi birçok sebep moralimizin bozulmasının başkaca nedenleri. Bunca sıkıntı arasında terörle mücadele ile birlikte güneyimizdeki yangına, Rusya/Ukrayna krizinin eklenmesi ile moral bozukluğumuz bir başka boyut kazandı. Savaş nereye gider? Avrupa bu işe dahil olur mu? Savaşın faturası bize de kesilir mi? Enerji krizi nedeniyle artan petrol fiyatları bizi ne kadar etkiler? gibi soru ve sorunlarla ciddi bir travma yaşadığımız ortada.

Millet olarak milli bir projeye veya başarıya tamda yürekten sevinecekken, ortaya atılan yolsuzluk iddiaları ve ithamları yüzünden 1915 Çanakkale Köprüsü gibi muhteşem bir esere bile hakkıyla sevinmeyi beceremiyoruz. Bir kesim sanki sadece muhalefet olsun diye dillendirdiği iddialarla tabiri caizse böyle büyük işlerin sevincini bile milletimize çok görüp kursağımızda bırakıyorlar.

Daralıyorum, bunalıyorum, mutsuzum…!!

Ama bu hali içime sindiremiyor, bunun böyle olmaması gerektiğini düşünerek bir çıkış arıyorum. Bu millet bu kadar moral bozukluğunu hak etmiyor. Bir şey bizi bu karanlıktan çekip almalı. Umudumuzu tazelemeli. Geleceğe dair silkinmemize sebep olmalı ve yol haritamıza bir değer katmalı. Bir şey olmalı…. Derken imdadıma yetişen bir güzel hikayeyi yazımın sonunda sizinle paylaşmak istiyorum.

Son dönemlerde moral bozan bu karabulutları dağıtmak, büyük mirasın mirasçıları olduğumuzu anlatmak, medeniyetimizin izlerine basarak yeniden yükseleceğimizi ifade etmek, yeryüzündeki özelde tüm Müslümanların parlayan yıldızı ülkemizin, genelde dünyadaki tüm mazlumların umudu olduğunu haykırmak kaygısıyla Tarih ve Şuur Söyleşileri yapıyorum/daha doğrusu alanım olmayan bir konuda haddimi aşarak, tarihten aldıklarımı gençlere aktarmaya çalışıyorum. Bu söyleşilerde Selçuklu ve Osmanlı olarak dünya sahnesine çıktığımız ilk günden itibaren, etrafındaki mazlumların sığınağı olan ecdadımızın milyonlarca kilometre kareye ulaştırdığı adaleti, merhameti, insanlığı ve yardımı götürdüğü hikayeleri topluyor ve gençlerimize bunları zamanın diliyle tercüme etmeye gayret ediyorum. Bizi biz yapan bu değerlerimizi terk ettiğimiz günden beri coşkumuzu kaybettiğimizi ve gururlanacak hikayemizin kalmadığını anlatıyorum.

Bu hikayelerdeki destansı güzelliklere şahitlik ederken, içinden geçtiğimiz her sıkıntının aşılması adına bunlardan feyz almamız, küçük hesaplara takılıp kalmamamız, büyük resmi görmek adına ülkemize biçilen deli gömleğini yırtıp atmamız gerektiğini anlatabilmek için dertleniyor ve çırpınıyorum. Yurt dışına giden/gelen herkese ülkemizin oralardan nasıl göründüğünü soruyorum. İnsani yardımın önce Maarif Vakfı’mız, Yunus Emre Enstitümüz, TİKA’mız, Kızılay’ımız yani devletimiz eliyle sonra vakıf ve derneklerimiz vasıtasıyla ulaştırıldığı her coğrafyadan hikayeler derliyorum. Yüzyıllar öncesinden ecdadımız tarafından atılmış insanlık ve sevgi tohumlarının o topraklarda hala filiz vermeye devam ettiğine şahitlik ediyor, kimi zaman göz yaşlarımı tutamıyorum. Bir yandan yok sayamayacağımız içerde yaşanan krizler ve sıkıntılar, iç muhalefetin yerden yere vurduğu icraatlarla oluşan kötümser hava, diğer yandan ise dünyanın bir ucundan diğer ucuna, öncelikle tarihten gelen hürmet ve bugün kurumlarımız eliyle ekilen kardeşlik tohumları üzerinden, ülkemize ve milletimize bağlanan umut ve sevgi patlamasından kaynaklı yaşanan muhteşem tablolar. İşte bu anlamda derlediğim hikayeleri bir konferans metnine çevirmeye çalışıyorum.

“Ümmetin, Mazlumların, İnsanlığın Umudu Türkiye”

Bu konferansta konu başlığını bu iddiamız üzerine inşa ettiğimi söylemem lazım. Yüzyılların birikimi olan eski ve bugün yeni hikayemize bakarak ifade etmek isterim ki; gönül coğrafyamızın Doğu Türkistan’dan, Avrupa’nın göbeği Bosna’ya, Kafkaslardan, Afrika’nın en güneyine kadar uzandığına inanıyorum. Tarihten gelen sorumluluklarımız nedeniyleKudüs, Libya, Cezayir, Açe, Sri Lanka, Endonezya, Malezya, Somali, Sudan, Moritanya, Nijer, Güney Afrika, Tanzanya, Belarus, Haiti’ye kadar bizden hiç vazgeçmeden medet umulduğuna şahitlik ederken, asla küçümsemediğim ama küçük gündemlere mahkum olarak bizi bekleyenlere umut olmaktan uzak kalırız diye korkuyorum. Alemlerin Rabb’inin insanlığa hizmet adına bizlere lütfettiği emaneti henüz bu topraklardan almadığına gönülden inanıyorum.

 Bu toprakların yani Anadolu’nun insanlığın son adası ve merhametin son kalesi olduğuna dair umudumu hiç yitirmiyorum.

Bu coğrafyaların her birinde ecdadımız Osmanlı eliyle yazılan ama bugün onların nesli olan bizlerin hiç duymadığı destanlar var. Her ne kadar biz unuttuk veya zorla unutturulduk ise de tarih ve insanlık unutmuyor. Yukarıda demiştim ya; bir hikaye beni yeniden kendime getirdi ve diriltti adeta.

Geçen Pazar bir seminerde idim. Semineri veren ağabeyim yurt dışında yapılan çalışmalara katıldığı ülkelerden bahsederek Türkiye’nin o topraklardaki imajını ve Anadolu’nun misyonunu anlatırken bizi kısa süre önce gittiği Etiyopya’ya yani Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a götürdü. Çalışmalar sırasında bir Etiyopya’lı yaşlı pirifani hafız amcanın Türkiye’den gelen misafir olarak kendisini görmek istediğini duyunca ziyarette gittiklerini anlattı. Onun cümleleri ile hikayenin devamı şöyle; “Hafız amcanın kaldığı kulübeye birkaç adımla çıktık. Musafaha etmek için elini tuttuğumda, amcamız hızlıca elimi öpmek istedi ve ben dedem yaşındaki amcamız tarafından aniden yapılan bu harekete karşı utanarak “-Amca ne yapıyorsun? burada eli öpülecek biri varsa, o da sensin” dedim ve ben onun elini öpmeye çalıştım. Orada yaşanan bu hadiseden sonra amcamızın verdiği cevap içimi titretti dersem abartmış olmam. Amca benim cevabıma karşılık olarak dedi ki; “Oğlum o öptüğüm el senin elin değildir. Ecdadın OSMANLI’nın elidir. Yüz yıldır hasretiz size hala sizi bekliyoruz. Nerede kaldınız?”

Ağabeyimin bu hatırayı aktardığı anda ruhumda esen rüzgarları size anlatamam. Gözyaşlarımı tutamadım. Bu itibarı ecdadımız orada nasıl inşa etmişti? Kendi ülkesinde bile yerden yere vurulan ecdada, binlerce kilometre ötede yaşayan hürmet bugüne kadar nasıl ayakta kalmıştı? Payitaht olarak İslam’ın son hilafet merkezi bugün bile niçin bu kadar sevgi ile yad ediliyordu?

Peki sadece Etiyopya’da mıydı? Bu bakış. İnanın hayır…!!

Kimse benim hayalperest olduğumu, züğürt tesellisi kabilinden konuştuğumu, yazdığımı zannetmesin.  İnanın yüzlerce örnek üzerinden ülkemizden, zihinlerde hala yaşatılan payitahttan, son hilafet merkezinden büyük bir beklenti söz konusu. Müslümanları yeniden toparlayacak gücün ülkemiz olduğunu, adeta dağılan tespih taneleri gibi olan ümmeti bir araya getirecek imame hükmünde olacak yegane ülkenin Türkiye olduğunu ve bu beklentinin hala devam ettiğini sizlere anlatabilirim. Daha birkaç gün önce bu hikayeyi dinledikten sonra; ülkemizde yaşanan ve asla görmezden gelmediğim sıkıntıları aşmanın bir yolunun, bir yandan iç mücadelemiz devam ederken diğer yandan yeryüzüne dönerek daha büyük bir hedefe ve misyona yürümenin olduğu kanaatim pekişti.

Yapmayı planladığım Mazlumların Umudu Türkiye konferanslarında bu ruhu inşa edebileceğimizi düşünüyorum. Evet… çok büyük iniş çıkışlar yaşanan bu dönemde, bizi heyecana sevk edecek ve zorluklardan çıkmamızı sağlayacak büyük bir morale ihtiyacımız var. Bu morali ise tarihten gelen bir sorumlulukla emperyalizmin sömürmek için gittiği topraklara tıpkı ecdat gibi yeniden insanlığı, adaleti, merhameti, ekmeği taşımanın gayretiyle inşa edeceğimize inanıyorum. Büyük tarihin mirasçısı ve büyük devlet olmanın gereği mazlumun alınacak duasının bereketini, içte ve dışta yaşadığımız derdimize ilaç olarak görüyorum.

Umudum o ki; bu ruhu kuşanarak gittiğimiz her mazlum coğrafya, sömürüye karşı ayağa kalkacak ve kardeşlik ikliminin tesisi ile bizim yeni vatanımız olacak. Buna Allah için iman ediyorum. Ve sözün sonunda tüm kardeşlerime çağrı yaparak diyorum ki; hadi bu yolun taşlarını birlikte döşeyelim. Hikayesi olan Osmanlı’dan sonra hikayesi olmayan ülkemizin, tarihte yazdığı hikayesini ve destanını yeniden yazalım. Ne kadar krizler yaşarsak yaşayalım ne kadar çile çekersek çekelim, Anadolu adına unutmamamız gereken gerçek şudur; Necip Fazıl Üstad’ın mısrası ile hedefi koyarak ve sabrı kuşanarak yazımızı noktalayalım.

“Sen bir devsin…

Ve yükü ağırdır devin…”

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri